Bafa Gölü kenarında yer alan Pınarcık köyüne gittik. Eski adı Mersinet olan Bafa Beldesi’ne bağlı Pınarcık Köyü ve göl kenarındaki limandan İoniapolis(iyonyapolis) antik kentini bulmaktı niyetimiz. Bundan yaklaşık 2000 sene kadar önce taş ocaklarından çıkarılan ve kayıklara, sallara yüklenen mermer taşlar Milet ve Didyma Antik kentindeki yapıları inşaa etmekte kullanılmış. Tabii bu çok çok eskiden depremlerle dağdan kopan dev parçaların denizle bağlantısını kapatıp Bafa gölünü şu an olduğu gibi tamamen bir göl haline çevirmeden çok çok önce…
Sabah Erken Didimden çıkıp Pınarcık’a varınca yol kenarına dizili gözleme, çorba, ızgara, kahvaltı, sulu yemek gibi envai çeşit lezzetler sunan işletmelerden birinde muhtemelen zeytin odunu ateşinde demledikleri çayı yudumlayıp otlu peynirli gözlemelerimizi yedik. İşlek bir yol olduğu için yaz kış burada kamyonculardan tutun tatilcisine kadar herkes durup çay içiyor soluklanıyor.
Zeytinci olan köylüler yol boyuna bu tarz işletmeler açarak bir anlamda turizmden faydalanmışlar. Zeytinler, zeytinyağları bu molada alabileceğiniz, tadabileceğiniz lezzetlerden.
Pınarcık Köy Mezarlığının sapağından araca binip göle doğru sürüyoruz. Bir zamanlar yerleşimin olduğu, her taralada zeytin sezonunun olmadığı zamanlarda yazlık gibi kullandıkları Bafa’lı ailelerin ekip biçtikleri bahçelerinde çoğu yıkılmaya yüz tutsa da hala evleri duruyor.
Geçmiş yıllarda basında pek çoğu “Bafa Gölü ölüyor” manşetleriyle çıkan haberler vardı ve gölde ekolojik dengenin bozulduğu, gölün kirlendiği, kuruduğu yönünde haberlerdi. 1994’te Milli Park sahası ilan edilmiş ve Milli park ve kuş cenneti olarak bildiğimiz Bafa Gölü üzerinde hem doğal hem de tarihi güzellikleri barındırıyor.
Söke – Milas karayolunun üzerinde yer alan, göle kıyısı olan bir kaç kahvaltı mekanı, camping, restoran dışında Bafa’dan 11 km kadar yolu takip edip Gölyaka ve devamında kapıkırı köylerine defalarca gitmişliğim var. Kısa bir yürüyüşle turistlerin şehir surlarını, Athena Tapınağını gezebildikleri, göl kenarında antik mezar yapılarını görebilmenin yanısıra yine orada bulunan restoran ve pansiyonlara ait teknelerle göl içinde şimdilerde kuşların yuvası olan adalar ve üzerindeki manastır ve benzeri yapıları görebildikleri, kırıntı taşların bembeyaz sahili kapladıkları koylarda yüzebildikleri yerler de var. Dileyen Pansiyonlarda konaklayıp turlarla buraya gelen gruplar halinde Beşparmak dağlarında molalarla yaklaşık 4-5 saat doğa yürüyüşü de yapıp Latmosun eteklerinde gizlenmiş manastırları, o dönemlere ait ve halen renklerini kaybetmemiş duvar resimlerini görebilirler.
Ama bu sefer daha beride Pınarcıkta başlıyoruz gezimize. Elimizde Bafa Gölü kenarında Herakleia ve Latmosu anlatan kitabıyla arkeolog Dr. Anneliese Peschlow’un kitabı, kitaptaki fotoğraflar, krokiler derken tarlalar bahçeler arasında kıvrılıp giden toprak yolun sonuna doğru terkedilmiş bir caminin kenarında aracı bırakıp yürüyerek göl kenarına iniyoruz.
Krokiye göre gölün güney-doğusuna ilerlememiz lazım. O kadar sık kargılar kaşaklar var ve de kür üzümleri fışkırmış yeryer ilerlemek imkansız…
Bir süre tarlaların kıyısından devam edip ters istikamete yöneliyoruz. “Belki de liman bu taraftadır” umuduyla… Ama bu sefer de kaşak ve kargıların ormanı çıkıyor karşımıza. Biraz da çekine çekine ilerliyorum. Zira yılan olabilir, yaban domuzlarının izleri bizi onların kucağına da çekebilir. Tehlikeli olabileceğini düşünüp bu çamurlaşan kaşak ormanının çevresinden dolanmaya karar veriyoruz ve ilk geldiğimiz toprak yola çıkıyoruz.
Yolun en sonunda 9 köpeğiyle oturduğu evine ahşaptan çok güzel bir teras yapan oranın yerlisinden bir çiftçi bizi davet ediyor. Terasa çıkıp biraz hoşbeş ediyoruz. Hayvancılık çok yaygın, büyükbaşlara oğlu gözü gibi bakıyor, besliyor.
Terastan göl manzarası harika. Laf lafı açıyor, limanı soruyoruz… Çocukluğu burda geçmiş, eskiden her biri kahve olan, üç yapıyı işaret ediyor. Buralara Çayır dermiş yerliler ve dört tane de bakkalı varmış Çayır’ın… Her yaz köylüler göl kenarındaki bahçelerine gelir ve yazlarını buradaki evlerinde geçirirlermiş. Kahvehaneler dolar taşarmış… Beyaz kumlardan sahilinde göle girerlermiş çocuklar. Köylüler ürettiklerini altı düz Kurita denilen kayıklarla Serçin’e götürürler, ordan gelen siparişleri de yükleyip geri dönerlermiş. Altı düz Kurita tipi kayıklar çok sığ sularda bile yüzebilir ve halen Akköy dalyanındaki kadar sığ yerlerde kullanılır. Serçinden asfalta bağlanan bu ticaret yıllarca devam etmiş böyle…
Oysa şu an sahil bile kargılık olmuş Çayır’da ve eliyle işaret ettiği yerde su altında halen limanın kalıntıları görülebilirmiş… Denilene göre göle Menderesten su girişi olunca daha önce bu kadar yaygın olmayan kargılar adeta azmanlaşmış.
Gölün suyunun tuzlanması son dönem tektonik hareketlerle alakalı şüphesiz. Malum deprem bölgesinde yeryüzü sürekli hareket halinde. Bazı kaynaklar ise 1985’te yapılan Serçin Seddesi’nin tuzlanmaya sebeb olduğunu söylüyor. Hem Söke ovasındaki taşkınları önlemek hem de sulamayı kolaylaştırmak için bir set yapılması ve buna bağlı su girişini sağlayıp Gölü canlandırma çabalarının ne faydası olur? Dengeyi bozar mı yoksa gerçekten işe yarar mı zaman gösterecek. Kaldı ki Menderesin suyunun göle yarardan çok zarar getireceğine ve ekosistemi bozacağına inananlar da var mutlaka… Hal böyleyken Menderesi Ege denizinden derinleştirip kanallarla Bafa gölüne tekneleri getirmek adına projelerin olduğunu da duyduk yakın zamanda… Turizm yapalım derken gölü, doğal hayatı yok etmekle eşdeğer bir hata olur mu olmaz mı sorularını mutlaka birileri soruyor ve bilimsel alanlarda cevaplarını arıyorlardır diye düşünüyorum…
Gölde eskiden beri balıkçılık yapılıyor. Hatta kaçak avlanmanın önüne geçmek için kooperatifleşmiş köylüler. Gelgelelim buna rağmen kaçak avlananlarla köylüler arasında sürekli bir mücadele olmuş.
Gölde, benim çocukken hayıttan örme çamurla sıvama “çit” dedikleri damlarında koyunlarını yayan Yörüklerin becerikli olan bazı amcaların ellerinde serpmeleriyle akşamüstü kıyıya kadar gelen ve daha sonraları cinsinin “ulubat” olduğunu öğrendiğim balıklara ağ attıklarını dün gibi hatırlarım. Çok lezzetliydi ve eskisi kadar çıkmıyormuş ulubat.
Asfalt yolun kenarına olta atmak, yasak tabelalarını görmüştüm. Son bir kaç yıldır amatör olta balıkçılığı için gelenleri uyarmak için konulmuş. Gölde ulubatın yanısıra en meşhuru yılan balığı. Meksika körfezinden okyanusu aşıp Cebelitarık ve Ege denizini geçip Bafa gölüne geldiği ve burada ürediğini yazıyor kaynaklar.
Son yıllarda gitgide tuzlanan ve kirlenen göl sularında oluşan yosunlar ve köpürme balıkçılığı da balıkları da olumsuz etkilemiş.
Ters istikamete yürüyüp yine terkedilmiş ahşap çatılı bir caminin önünden geçiyoruz. Merber kitabesinde “İstanköylü Mustafa Barbaros Cami-i Şerifi 1959” yazıyor, önünde suyu kurumuş bir kuyu, girişinde merdivenlerle minaresiz bir şekilde çatı seviyesine kadar tuğladan basamaklar… Kargılığı aşağıda bırakınca dev zeytin ağaçlarının arasından geçiyoruz.
Zeytine boşuna Akdenizin ölümsüz ağacı dememişler. Bazı zeytin ağaçları anıt ağaç niteliğinde. Kimbilir neler gördüler, kaç yangın, kaç kuraklık geçirdiler ama halen ayaktalar ve zeytin dolular… Hayran kalmamak elde değil. Hafif bir yamaca gelince karşımıza kale dedikleri bir yapı çıkıyor. Eski Bodrum evleri geliyor aklıma. Kule ev dedikleri kare tabanlı uzun, yüksek, tepesinde burçları olan ara katları yığma tonozlu(biçimi alttan içbükey olmak üzere taş ve tuğlayla örülmüş, yarım silindir biçiminde tavan örtüsü). O da zamana yenik düşmüş ve Pisa Kulesi gibi eğri duruyor -fotoğraf çekince farkettim-. Girip fotoğraf alıyoruz ve devam ediyoruz. Dediklerine göre bu tip kuleler göl çevresinde başka yerlerde de varmış ve herbiri birbiriyle haberleşme içindeymiş o zamanlarda.
Daha ileri yürüyünce karşımıza yine ara katları tonozlu bir yapı çıkıyor bu daha çok bir manastırı andıran bir kemerli bahçeyi andırıyor…
Göl kenarında taşlar üzerinde dinlenirken levreğe benzeyen iri bir balık görüyoruz, bu sevindirici…
Sabah yediden öğlene kadar süren bir keşif gezisi oldu.
Ardından aracımızla tekrar Pınarcığa gelip bir çay daha içip Didimin yolunu tuttuk…
İyonyapolis limanını tıpkı kitaplarda yazdığı gibi sular altında olsa da kargıların, sazların ördüğü sahile inip göremediysek de terkedilmiş minaresiz camisiyle sakin Çayır’ı, huzur dolu, sessiz Bafa Gölünün kenarında oksijen dolu yürüyüşümüzde asırlık zeytin ağaçlarının arasında kuleleri ve tarihi yapılarıyla güzel bir gün geçirdik.